Bugün Türkiye’de çocuklar, daha kendi dilinde düşünmeyi dahi tam öğrenmeden İngilizce ezberine başlıyor. Bu tablo karşısında insan ister istemez soruyor:
Adının başına “Millî” kelimesini koyan bir Eğitim Bakanlığı, gerçekten ne kadar millîdir?
Ne Millî Adalet Bakanlığı, ne Millî Sağlık Bakanlığı, ne de Millî Tarım Bakanlığı var.
Peki neden sadece Eğitimde bu sıfat kullanılma ihtiyacı duyulmuştur?
Bu ülkenin adaleti, sağlığı, sanayisi millî değil midir?
Yoksa “millî” kelimesi, yalnızca eğitimde millî olmayan bir gidişatı perdelemek için mi oradadır?
Belki de bu kelime, içine sızmış yabancı müfredatın, kültürel dayatmanın ve kimliksizleştirici sistemin üzerini örten bir perdemidir?
Bir millet, kendi dilini tam öğretmeden başka bir dili zorla öğretmeye kalkıyorsa, o artık kendi geleceğini değil, başkalarının kültürünü yetiştiriyor demektir.
Ben buna şahidim.
Tam on yıl boyunca bana Fransızca dayattılar ve zorla öğrettiler.
On yıl!
Ne işe yaradı?
Hiç.
Ne Fransa’ya gittim, ne Fransızca konuştum, ne hayatımda kullandım.Birkaç kez gitsem bile değermiy di?
Bugün o on yılı düşününce içim yanıyor; o yıllarda top oynayabilir, kitap okuyabilir, kendi milletimin geçmişini daha iyi öğrenebilirdim.
Ama bana, milyonlarca öğrenciye olduğu gibi, bir dil dayatıldı.
Ve şimdi açıkça söylüyorum:
Bir milletin evlatlarına kendi dilinden önce yabancı dili öğretmek, sadece eğitim hatası değil, kültürel intiharın ilk adımıdır.
Oktay Sinanoğlu’nun Feryadı
Bilim adamı Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, bu tehlikeyi yıllar önce haykırmıştı:
“Bir millet kendi dilinde eğitim yapmıyorsa, o millet bağımsız değildir.”
Ve eklemişti:
“Eğitim dili yabancı olan ülkeler, yavaş yavaş o yabancı milletin düşünme kalıplarını benimserler.
Kendi dillerinde düşünemeyenler, artık kendi kaderini de tayin edemez.”
Bugün bu sözlerin doğruluğu apaçık ortadadır.
Yabancı dilde eğitilen çocuk, bir süre sonra kendi kültürünü yabancılaştırılmış gözlerle görmeye başlar.
Kendi dilini “ikinci dil” hâline getiren millet, önce düşünce bağımsızlığını, ardından kültürel varlığını kaybeder.
Hukukî Açıdan
Anayasamızın 42. maddesi, eğitimin “millî kültür değerleriyle uyumlu” olması gerektiğini açıkça söyler. Ancak bugün bu hüküm, uygulamada neredeyse bir “temsili madde”ye dönüşmüştür.
1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda da aynı denge yer alır:
Millî kimliği korumak, milletlerarası işbirliğiyle birlikte yürütülmelidir.
Fakat gerçek şudur:
Biz millî kimliği koruyamadan “küreselleşme” sevdasına kapıldık.
Türkçeyi ihmal ettik, tarih ve kültür derslerini azalttık, çocuklara İngilizceyi “çağdaşlık ölçüsü” diye sunduk.
Oysa çağdaşlık, kendi dilinde düşünmek ve üretmektir.
Afrika’nın Acı Aynası
Bugün Afrika’da onlarca ülke vardır; dilleri yok olmuş, isimleri kalmıştır.
Senegal, Mali, Nijer, Kongo, Kamerun, Fildişi Sahili…
Hepsinde eğitim dili Fransızca.
Resmî belgeler, mahkeme tutanakları, üniversiteler Fransızca yürür.
Ama halkın yüzde doksanı o dili tam konuşamaz.
Sonuç?
Kendi dilinde düşünemeyen, kendi dilinde üretemeyen toplumlar, kendi kaderini yönetemez.
Nijerya, Gana, Kenya…
Hepsinde eğitim dili İngilizce.
Peki o ülkeler İngiltere kadar mı gelişti?
Hayır.
Çünkü dil, sadece iletişim değil, ruh taşıyıcısıdır.
Ruhunu kaybeden millet, hangi dili öğrenirse öğrensin, kendini kaybeder.
Kültürel Esaretin Gerçeği
Yabancı dille eğitilen nesil, farkında olmadan başka bir medeniyetin kalıplarıyla düşünmeye başlar.
Sözcükleri değiştirirsiniz, dünyayı da değiştirirsiniz.
Bugün Türkiye’de çocuklara “table”, “chair”, “window” ezberletiliyor ama “sofra”, “sedir”, “pencere” kelimelerinin ruhu öğretilmiyor.
İngilizceyi bilmekle övünen gençler, kendi tarihini, kendi ozanlarını, kendi dilinin inceliklerini bilemez hâle geliyor.
Ve hâlâ soruyorum:
Hepimiz İngilizlerden daha iyi İngilizce konuşsak, tam olarak ne kazanırız?
Ne sanayimiz artar, ne ahlâkımız yükselir, ne de kimliğimiz güçlenir.
Ama Türkçeyi yitirirsek, her şeyi kaybederiz.
Teknoloji Artık Bahane Bırakmıyor
Bugün teknolojik çağdayız.
Artık cebimizdeki telefon saniyeler içinde çeviri yapıyor.
Kulaklıkla konuşulan her dil anında çevriliyor.
Yani yabancı dili bilmeden de dünyayla iletişim kurabiliyoruz.
Böyle bir dünyada hâlâ çocuklara on yıl boyunca İngilizce, Fransızca ezberletmek, pedagojik değil, kültürel körlüktür.
Gerçek Milli Eğitim
Gerçek millî eğitim, kendi diline sahip çıkan eğitimdir.
Bir millet, çocuklarına önce kendi kelimelerini öğretir, sonra isterse dünyanın bütün dillerini öğrenir.
Ama kendi dilini kaybetmiş bir millet, yabancı dilde ancak başkalarının hikâyesini anlatır.
Yerel olmadan cihanşümul olunmaz.
Kökü olmayan ağacın dalları olsa ne fayda, kökü kuruyorsa!
Kendi dilinde düşünmeyen, kendi kelimeleriyle sevinmeyen, kendi sözüyle üzülmeyen toplum, cihanşümul olmaz; dağılır, çözülür.
Dilimize Sızan Sessiz İşgal
Bugün artık “hızla” değil, “speedle” yaşar olduk.
“Toplantı” yerine meeting, “görüşme” yerine call, “dosya” yerine file, “gönder” yerine send diyoruz.
İş dünyası, reklam dili, medya ve üniversite koridorları — her biri İngilizce kelimelerle örülmüş durumda.
Ne acıdır ki, bu kelimelerin istilası artık vâkıa-i âdiyeden sayılıyor; kimse garipsemiyor, kimse direnç göstermiyor.
Oysa bir zamanlar bu topraklarda “Öztürkçecilik” diye bir akım vardı.
Türkçeyi yabancı kelimelerden arındırmak için büyük çabalar gösterilmişti.
Bugün ise o hassasiyet yerini kayıtsızlığa bırakmış durumda.
Bir dönem “Türkçe özleşmeli” diyenler, şimdi İngilizceye sessizce teslim olmuş gibiler.
Garip değil mi?
Bir zamanlar “televizyon yerine uzakyayın, komite yerine kurul” diyen bir toplum, şimdi “trend topic”, “update”, “online meeting” diyerek kendi dilinin zenginliğini unutuyor.
Bu, sadece kelimelerin değil, zihniyetin sömürgeleşmesidir.
Bugün bir genç “self-confidence” diyor ama “kendine güven” demek ona yetersiz geliyor.
“Cancel culture” diyor ama “iptal kültürü” demek ağır geliyor.
İşte tam da burada mesele dil olmaktan çıkıyor; kültür, ruh ve kimlik meselesine dönüşüyor.
Bir milletin dili elinden alınırken sessiz kalması, en büyük teslimiyettir.
Ve o sessizlik, işgallerin en büyüğüdür.
O on yıl…
Bir yabancı dilin öğretildiği değil, bir milletin diline duyduğu güvenin törpülendiği yıllardı.
Bir milletin evlatlarına kendi kelimeleri yerine yabancı kelimeler ezberletmek, sadece bir müfredat değil; bir kimlik silme operasyonudur.
Bugün aynı dayatma İngilizce üzerinden sürmektedir.
Ve bu, basit bir eğitim politikası değil; bir kültürel işgal, sessiz ama derin bir istiladır.
Milletin çocuklarına kendi dilini unutturup, başkalarının kelimeleriyle düşünmeyi öğretmek; zihinlerde, ruhlarda işgali kalıcı kılmaktır.
Bir milletin geleceği yabancı dillerde değil, kendi dilinin kelimelerinde yaşar.
O kelimeleri kaybeden, varlığını kaybeder.
“Bir milletin dili elinden alınırsa, o milletin ruhu da alınır.”
— Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu
Ruhumuzu vermeyelim!
Gelecek asırlara milletimizi yaşatalım.
Okullarımızda sadece Türkçe eğitim yapılsın.
Çocuklarımıza Türkçenin kudretini, musikisini, derinliğini; Türk kültürünün bütün zenginliğini öğretelim.
Onlara Yunus’un hikmetini, Fuzulî’nin aşkını, Dede Korkut’un kelamını, Mehmet Akif’in imanını tanıtalım.
Üniversitelerde ise isteyen, ihtiyacı olan yabancı dili elbette öğrenebilsin; fakat bu bir mecburiyet değil, bir ihtiyaç ve irade meselesi olmalıdır.
Devlet bu imkânı sağlasın, fakat dayatmasın.
Zira bir dili öğrenmek marifettir; kendi dilini korumaksa varoluştur.
Çünkü dil, milletin evi gibidir.
O evi yıkarsan, içindeki her şey savrulur.
Türkçe yıkılırsa, bu millet de dağılır.
Ve biz dağılmayacağız.
Ruhumuzu, dilimizi, kelimemizi koruyacağız — çünkü Türkçe yaşarsa, millet de yaşar.

