Can Holding’in sahibi Kemal Can’ın ifadesi kamuoyuna yansıdı.
O ifade, tek bir cümleyle, Türkiye’de devlet ile hukuk arasındaki makasın ne kadar açıldığını gösteriyor:
“Ben o işleri devlet büyüğünün isteğiyle yaptım.”
Bir savcı düşünün… Kamu adına hareket ediyor, suçları soruşturma yetkisi verilmiş.
Karşısında, milyarlarca liralık bir holdingin sahibi var. Soruşturma dosyası ağır:
“Suç örgütü kurmak, nitelikli dolandırıcılık, kara para aklama…”
Ve sanık açıkça diyor ki: “Bunları devlet büyüğü istedi.”
Ama o savcı tek bir soru sormuyor: “Kim bu devlet büyüğü?”
İşte Türkiye’nin hukuk panoraması tam da bu sessizlikte gizli.
Çünkü burada mesele artık bir kişinin suçluluğu değil;
hukukun, gücün gölgesinde nasıl susabildiğidir.
“Devlet büyüğü” – Devlet mi, kişi mi?
Bu ülkede uzun yıllardır bir kavram kirliliği yaşanıyor.
Devletle iktidar, kamu gücüyle şahsi nüfuz birbirine karıştı.
Bir dönem “devletin bekası” denilerek yapılan her şeyin,
bugün “devlet büyüğü istedi” gerekçesiyle yapılmış olması tesadüf değil.
Eğer bir iş insanı, aldığı şirketleri, kurduğu ilişkileri “devlet adına” yaptığını iddia ediyorsa
ve savcı bu iddiayı araştırmıyorsa, artık adaletin değil, emir-komuta zincirinin çalıştığı bir dönemdeyiz demektir.
Üç Y vaadi: Yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiğinde, üç temel vaat sunmuştu: Yolsuzluğu, yoksulluğu ve yasakları kaldırmak. Bugün gelinen nokta şu: Yolsuzluk derinleşti, yoksulluk büyüdü, yasaklar kalıcılaştı. Ve tüm bunların meşrulaştırılma biçimi, “devlet büyüğü istedi” anlayışıyla yönetimsel bir sistem haline geldi.
Bir zamanlar “kamusal hizmet” diye başlayan işler, bugün “devlet adına” yapılan ihalelerle
belli zümreleri zenginleştiren bir çıkar ağının parçası haline geldi. Ve bu ağ, hukukun tam ortasında sessiz bir meşruiyet buluyor.
Savcının sormadığı soru, hukukun kaybolduğu andır
Bu ifade tutanağı, aslında bir yargı belgesi değil;
bir ülkenin vicdanına düşen nottur.
Eğer savcı “o devlet büyüğü kimdi?” diye sormuyorsa,
artık hukukun tarafsızlığından değil,
itaat eden bir bürokrasiden söz ediyoruz.
Demokratik ülkelerde savcılar iktidarı değil, hukuku temsil eder.
Ama bizde savcılar, “devlet büyüğü” kelimesini duyunca bir anda dosyayı yavaşlatıyor, kalemi ağırlaşıyor. Çünkü herkes biliyor ki o büyüğün adı yazıldığında, hukuk duvarına değil, duvarın arkasındaki duvara çarpacak.
Son söz: Adaletin ölçüsü
Bir ülkenin adalet anlayışı, güçlülerin değil, güçsüzlerin ne kadar korunabildiğiyle ölçülür. Bugün Türkiye’de adalet, bir ifadenin kenarında sessizce bekliyor. Sorulmayan bir soru, aslında verilmiş bir cevaptır. O cevabın adı: korku.
Adalet, korkunun gölgesinde değil,
hukukun ışığında yeşerir.
Ve bir savcı, o ışığı yakmadıkça,
hiçbir “devlet büyüğü” o ülkeyi büyütemez.

